0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

15. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“Şarkı bitene kadar dans et.”

15

ZEHİRLENME

İnsan nasıl öleceğiyle ilgili sayısız teoriler düşünse de gerçekten ne şekilde ölebileceğini nasıl bilir ki?

Hasta olduğunuzda hastalığınızın sizi öldüreceğinizi bilirsiniz ama onun dışında nasıl ölür ki insan? Bir sokakta, bir arabanın altında kalarak, yüksek bir yerden düşerek, intihar ederek... Ölmemize sebep olacak o kadar fazla şey vardı ki. O kadar fazla şey olmasına rağmen ben burada açlıktan, susuzluktan, delilikten ölecektim.

“Ne düşünüyorsun?”

İrkildim, sesine hazırlıklı değildim. Oğuz, Fatih öldüğünden beri daha kötü, ruh gibiydi. Pek konuşmuyor, susuyor, sadece duvarları, arada bir beni izliyordu. Acısını anlıyor, onun için üzülüyordum. Tavandaki alçak buluta baktım. Aptallığımdan belki ama Oğuz tavanda hayali bir bulut olduğunu söylediğinden beri o noktada bir bulut gördüğüme inandırıyordum kendimi. “Bir şey düşündüğümü de nereden çıkardın?” diyerek ona yanıt verdiğimde, “Çünkü alnın kırıştı,” dedi.

Doğru olabilirdi, düşünce içerisindeyken alnım kırışabiliyordu. Ondan bir şey sakladığım yoktu, bu yüzden dürüst davrandım. “Ölümü. Sadece ölümü.”

Yanımda huzursuz bir nefes aldı ve dirseğini yere yaslayarak bana az daha üstümden bakmaya başladı. “Ölmeden önce yapacaklar listesin var mı?”

“Hayır, yok.” Gülümsedim. “Senin var mı?”

“Seni öpmek dışında, birkaç tane daha var.” Keder içinde gülümsedi ve kalp atışlarımın uğultulu sesi bir an ikimizi de susturdu. Oğuz devam etti. “Bunlar şöyleydi. Annemi ve kız kardeşimi daha güzel bir evde yaşatmak, iyi bir basketbol takımında oynamak, Venedik’e gitmek, bir de LeBron James ile tanışmak.”

Durdum. “LeBron James kadın mı?”

Oğuz’un dudaklarından bir gülüş fırladı. “Bir basketbolcu sadece.”

“Ha...” Cahilliğim için mi yoksa kıskançlığım için mi utanacağımı bilemeyerek yüzüne baktım. “Ha sen o LeBron’u diyorsun. Tanıyorum ben onu, sadece bir an açlıktan kafamı toparlayamadım.”

Oğuz hâlâ gülmemek adına çabalıyordu. “Ve dünya üzerindeki en güzel kızın burnu, bir Pinokyo gibi uzar.”

Kızardım. Hem bana iltifat etmiş, hem inanmadığını belirtmişti. Elbette buna inanacak değildi, bu kadar aptal birini seviyor olamazdım zaten. Sevmek... Onun gözlerine baktım ve kalbimin bunu inkâr etmediğini gördüm. İnsan birini nasıl severdi ki? Annemi seviyordum, babamı seviyordum, çünkü onlarsız asla tam olamayacağımı bilerek bu sevgiyi hissederdim. Öyleyse Oğuz’u da seviyordum. Uzanıp sakallı yüzünü okşamamak için elimi yumruk yaptım. “Söyle bakalım Pinokyo’ya, neden Venedik?”

Oğuz bunu bir an düşündü. “Tarihi çok hoşuma gidiyor. Uzun yıllardır Venedik’e gitmek gibi bir hayalim var ama son aylarda bu hayalin içine seni de almıştım.”

“Yaa.” Heyecanla gözlerimi kırpıştırdım. “Ben neredeydim bu hayalin.”

“Tam içinde,” dedi yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırdı. Yolun yıkıldığı sırada metronun da içi hasar aldığından dolayı ışıklar bazen yanıyor, bazen kararıyordu. Şu an yandığı zamandaydık. “Seninle birlikte gideceğimizi hayal ettim. Muhtemelen ailen buna izin vermezdi ama onlara kızlarını tüm kötülüklerden koruyacağımın sözünü vererek onları ikna edebilirdim.”

Bu hayal çok güzeldi, çok kelimesi tanımlamak için yetersiz kalıyordu, o kadar güzeldi. “Neden? Sen şövalye misin?” dedim, kendime mani olamayarak.

“Evet.” Sırıttı. “Pelerinime seni alıp dünyanın öbür ucuna kaçıracağım.”

“Sonra babam da popona silahıyla delik açsın.”

Yüzündeki sırıtma dondu. “Babanın silahı mı var?”

“Polislerin silahı vardır hayatım.”

“Babanın polis olduğunu bilmiyordum.”

“Başkomiser,” dedim ve onun şimdi ne yaptığını, nasıl hissettiğini düşünmeye çalıştım. Babam, iyi bir babaydı. Tamam, biraz kuralcıydı ama kurallarını yıktığımda bile beni kırmazdı. Kalbim özlemle titredi. “Birden fazla silahı var.”

“Popomda bir delik, ha?”

Kirli yüzümdeki saçlarımı alıp arkaya atmasını, boğazımdaki düğümle izledim. “Hayır, şaka yapıyorum. Tabii, belki de yapmıyorumdur bilemezsin.”

“Her neyse, kurtulabilirsek seni Venedik’e götüreceğim,” dedi ve iri avucunun içiyle yanağımın tümünü kavradı. Bileklerinde akan kanın hızlandığını hissettim. “Bilet parası biriktirmek için uzun süre çalışmam gerekse de.”

“Beraber biriktiririz,” dedim bu güzel hayal gözlerimi doldururken.

“Tabii bir de fotoğraf makinesi almak için para biriktirmem gerekir,” dedi ve sanki kurduğu hayale bir adım kadar yakınmışız gibi gülümsedi. “Orada sayısız fotoğraf çekiliriz.”

Fotoğraf... Anı. Duraksadım ve onu nazikçe üzerimden iterek doğruldum. Kotumun cebindeki telefonu çıkardım ve kullanmamama rağmen şarjının yarıya düşmüş olmasından memnuniyetsizlik duyarak kamerayı açtım. Oğuz başımın arkasında güldü. “Fotoğraf mı çekileceğiz?”

“Bu anı ölümsüzleştireceğiz.”

Kamerayı selfie pozuna ayarladım ve yüzümden biraz uzaklaştırarak ekrana baktım. Görüntü harika olmasa da görünüyorduk. Kamerayı yüzlerimize odakladığımda Oğuz ansızın elini belime yasladı ve beni sırtına doğru çekerek, çenesini omuzuma dayadı. Kafamı sol tarafa eğerek kameraya gülümsedim ve bu anı ölümsüzleştirdim.

“Çok güzel oldu,” dedi ve uzanıp telefonumu elimden nazikçe aldı. “Bir tane de ben çekeceğim.”

“Olur.”

Dudaklarını başımın üzerine bastırdı ve kamerada yüzlerimizi odaklayarak bizi fotoğrafladı. İkimizin de dudaklarında hüzünlü olduğu bariz olan ama içten gülümsemeler vardı. Telefonu indirdi ama dudaklarını başımın üzerinden çekmedi. “Fotoğraflarına bakabilir miyim?”

Haykırdım. “Olmaz!”

İlişkimizin bu kadar erken bitmesine razı olamam.

Olmaz, olamazdı. Mümkünü yok bakamazdı. Telefonumda hatırlayabildiğim kadarıyla o kadar çok saçma fotoğrafım vardı ki. Yalnız kaldığımda ve canım sıkıldığında komik yüz şekilleriyle kendimi fotoğraflardım. Hepsi rezalet fotoğraflardı ve görüp benden soğumasına izin veremezdim. “Neden ki?” dedi telefonu elimde tutmaya devam ederken. “Edepsiz fotoğrafların mı var?”

Kıs kıs güldü.

“Hiç de değil.” Kızardım ve homurdandım. “Sadece... Mesela dilimi burnuma değdirmeye çalışırken kendimi fotoğraflamıştım. Bunun gibi sayısız saçma şey.”

“Şu doğallığın... Öyle tatlı ki.”

Ama sen böyle yaparsan bu kız nasıl ayakta kalacak?

Düşman mısın be hep düşürüyorsun!

Doğallıkla odunluk arasındaki ince çizgiyi karıştırıyor olmalıydı, çünkü ben çoğu zaman doğal değil, odundum galiba. Doğal olan, içinden geleni söyleyen ve cümlelerini saklamayan oydu. Yürekli olmasını sevmiştim. Telefonu bana uzattı. “Al bakalım, bakmıyorum.”

“Ne yani, senin telefonunda öyle saçma fotoğrafın yok mu?”

“Yoo.”

Nasıl olmazdı ya? Herkesin böyle saçma fotoğrafları olurdu. Gözlerimi kısarak baktım ama bu konunun yalan söylemesini gerektirecek bir konu olmadığını bildiğimden doğruluğuna emin oldum. Dönen başımla ve halsiz vücudumla beraber oturduğum yerden kalkarken gözüm koltukta oturan Melodi’ye çarptı. Kulaklığını takmış, şarkı dinliyordu. Selim, Keskin ve Cesur da az ilerideki koltuklarda ölümcül bir sessizlikte oturuyordu. Melodi’nin yanına giderek oturdum. “Ne dinliyorsun?”

İrkildi ve sıçrayarak gözlerini açtı. Çok berbat görünüyordu ve zaten hepimiz böyle berbattık. Fotoğrafta kendimi görmüştüm, inanılmaz derecede kir ve mutsuzluk içindeydim. Melodi, “Efendim?” dedi beni tam duymamış olduğu için. “Ne dedin?”

“Ne dinlediğini sordum.”

“Bruno Mars.”

Güzel bir seçimdi. “Hangi şarkısı?”

“Bilmem.”

Başını demire yasladı ve o an onun benden daha yorgun olduğunu fark ettim. Gözlerini açık tutabildiği yoktu ama huzursuzluk, açlık ve susuzluktan da uyuyamıyorduk. “Karnımda bir yanma var,” dedi Cesur aniden, sesi öylesine boştu ki... Sahi onun Fatih’i öldürmesinin üzerinden kaç gün geçmişti? “Ellerimde de kan görüyorum.”

Keskin rahat bir şekilde omzunu silkti. “Katil olduğundandır.”

“Ka... katil değilim.”

Melodi mırıldandı. “Öylesin.”

Evet, öyleydi. Psikolojisinin berbat olması ve bunu yeterince isteyerek yapmaması bunu değiştirmezdi, Fatih’in katiliydi işte. Cesur’un yüzünde tuhaf bir ifade oluştu ve tir tir titreyerek koltuktan kalktı. Ellerine bakarak ve sarsılarak metrodan dışarıya çıktı ve az sonra gürültülü ağlama sesini duyduk. Hüngür hüngür ağlıyordu.

Bu metroya girerken kim ona yakın arkadaşını öldüreceğini söylese inanırdı ki?

Cesur’un ağlama sesi o kadar arttı ki Melodi dayanamayarak kucağındaki telefonu fırlatıp attı ve ellerini kulaklarına örttü. “Yeter! Yeter, dayanamıyorum artık!”

Galiba, ben de.

“Dayanıp dayanamıyor olmanız bu durumu değiştirmiyor,” dedi Keskin, eskisinden daha keyifsizdi ama hâlâ aramızdaki en iyi görünen oydu. “Hepimiz öleceğiz.”

Onu yalanlamak istiyordum ama ben bile buna inanmaya başlamışken, nasıl yalanlardım ki? Bu garip bir lanet gibiydi. Hepimiz sırasıyla, farklı sebeplerden ölüyorduk. Ben nasıl ölecektim? Ne sebeple? Susuzluktan mı? Açlıktan mı? Zaten bir şey olmasa bile bu sebepler bizi cidden öldürebilirdi. İnsan ölürken neyi hissederdi? Hayatım cidden film şeridi gibi gözümün önünden geçecek miydi? “Melodi, sana bir şey soracağım?” dedi Keskin aniden, sesi ciddi olmasına rağmen pis pis gülümsediğini görüyordum. “Sen çok masum, saf bir kıza benziyorsun. Daha önce hiç öpüştün mü? Yanlış anlama, öylesine, muhabbet olsun diye soruyorum.”

Ona gözlerimi devirdim ve Oğuz’un da yattığı yerden sıkıntıyla homurdandığını duydum. Melodi gözleri kapalı da olsa patladı! “Öpüştüm tamam mı? Sana ne bundan? Sana ne bunlardan? Öleceğiz, ölürken bile rahat vermiyorsun insana!”

Keskin Melodi’nin kendisine bağırmasından hiç rahatsızlık duymadan bir ıslık çaldı. “Kutsal bakire olarak öleceğinden korkmuştum.”

Melodi yanında duran, bomboş su şişesini Keskin’in suratına fırlattı.

Keskin gülmeye devam etti.

Oğuz tısladı. “Şerefsiz kelimesini senin kadar hak eden birini görmemiştim.”

Keskin bunu ciddiye bile almadan koltukta Selim’e doğru kaydı ve eliyle omzunu dürttü. Selim tek tepki vermeden boşluğa bakmayı sürdürdü. Onun bilincinin yerinde olduğunu düşünmüyordum. Hiç iyi değildi. Esra’nın ölümünden çok Selim’e üzüldüğümü kendime itiraf etmiştim. Öyle perişan görünüyordu ki, içim acıyordu. Keskin onu bir kez daha dürttü ve Selim’in tepki vermediğini görerek homurdandı. “Gitmiş bu, kafası pek güzel. Kız öldü, adam delirdi resmen. Selim, hop, adamım iyi mi...”

Oğuz Keskin’in üzerine fırladı.

Nasıl geliştiğini görmedim ama Keskin Selim’i rahatsız ederken Oğuz’un bir anda üzerine atlayarak onu gömlek yakalarından kaldırdığını gördüm. Her şeyi gördüğüm için artık şaşıramıyordum. Keskin irkildi ve eğlenen gözlerle Oğuz’a karşılık verirken, Oğuz onu kuvvetle sarstı. “Senin hiç sevdiğin ölmedi herhalde dostum! Yas içindeki insanla dalga geçilmez! Selim’e sataşmayacaksın, sevgilime de sataşmayacaksın, Melodi’ye de sataşmayacaksın! Bir bulaş, götün yerse bir bulaş da seni son nefesine kadar döveyim. Sen kuru gürültü yaparken ben sustum, şimdi ben öyle bir gürültü yaparım ki ebediyete kadar susarsın!”

Oha!

Bu ne seksilik yiğidim!

Cidden mi iç ses? Fakat iç sesime da hak vermiyor değildim. Bunu gördükten sonra sakin kalamazdı, çünkü ben kalamamıştım. Onu ilk kez bu kadar sert ve öfkeli görüyordum. Bunu kaba bulmam, belki itici bulmam gerekirken ben onu resmen şövalye olarak görüyordum. Vay canına, açlıktan mıydı acaba? Alık alık onun öfkeli suratına bakarken, Keskin’in de bu çıkışa şaşırdığını görür gibi oldum. Oğuz’un ellerini itmeye çalıştı. “Sadece takılıyorum, şaka kaldıramıyorsanız ben ne yapayım?”

“Bana laga luga yapma oğlum! Edebim var diye susuyorum, açtırma ağzımı. İnan ben yumruklarımı sallarsam senin gibi boşluğa sallamam.”

Keskin ellerini ittirmeye çalıştı. “Ben daha yumruk sallamadım Oğuz.”

“Bileğinin kırılmasını istemiyorsan sallamazsın zaten!”

Oğuz Keskin’i sarsarak bıraktı ve Keskin koltuğa düştüğünde, arkasını dönerek yanıma yürüdü. Keskin’in dişlerini sıkarak gömlek yakalarını düzelttiğini görmüştüm ve tüm bu süreçte Selim boşluğa bakmaya devam etmişti. Oğuz yanıma oturduğunda dönüp ona baktım ve elimi dizine yerleştirdim. “İyi misin?”

Uzanarak elimi tuttu. “İyiyim. Normalde bu kadar kabalaşmam ama çok zorladı.”

“Sana hak vermiyor değilim,” diyerek ona destek çıktım. Elbet destek çıkacaktım, çünkü ben de çoğu zaman Keskin’i yumruklamak istiyordum. “Ben de fevri birisiyim.”

“Evet, sana güzel olduğunu söylediğimde beni tokatlamandan anlamalıydım.”

Eski muhabbetleri karıştırma adamım.

“Yalnız iyi laf sokuyorsun Oğuz, seninle düşman olmak istemezdim.”

Yorgunca gülümsedi. “Neden? Düşmanlar ne yapar ki?”

“Dövüşürler,” dedim omzumu silkerken. “Savaşırlar.”

Elimi sıktı. “Peki sevgililer?”

“Sev...” öksürdüm. “Severler, yani birbirlerini.”

Kıs kıs güldü. “Doğru.”

Bana ima mı yapıyordu yoksa ben mi fesattım?

Ona bir şey demek için ağzımı araladığımda kısık sesli ama bariz belli olan bir gürültü duyarak irkildim. Uğuldayan, metronun içinde kısıkça yankılanan bir sesti. Sanki bir çekicin taşa vurma sesini anımsatmıştı. Hayretle Oğuz’a döndüm. “Duydun mu?”

“Bir ses değil mi?” Başını salladı. “Kısık ama aynı zamanda gürültülü, yankılanma sesi gibiydi.”

Hızlıca kafamı salladım. “Evet.”

Duraksadı. “Acaba...”

Heyecanla cümlesini tamamladım. “Bizim için geliyorlar!”

“Bizim için geliyorlar!”

Diğerleri bu sesi duymamış ya da umursamamış gibilerdi. Fakat biz umursadık, çünkü birbirimizin içinde olduğu hayaller kurmuştuk ve gerçekleşmesini istiyorduk. El ele metrodan dışarıya fırladık ve düzlükte, enkaza baktık. Yığınla taş, bizi kurtaracak olanlarla aramızda duruyordu. O sesi bir daha duymayı istedik ama duyamayarak birbirimize döndüğümüzde, başka bir ses duyduk.

Öğürme sesi.

“O kim?”

Oğuz elimi tutarak düzlükte yürüdü ve raylardan aşağıya baktığımızda Cesur’u gürültüyle kusarken gördük. Elini midesine bastırmış, rayların ortasına doğru eğilmiş, öğürüyordu. Kusmuğunun bir kısmı rayların üstündeki çürümüş cesetlere sıçrarken bir kısmı kendi üstüne dökülüyordu. Farkında olmaksızın Oğuz’un elini daha sıkı tuttum. Oğuz ona seslendi. “Ne oluyor?”

“Bil...” Cesur elini midesine daha sert bastırdı ve ağzını açarak içindekileri boşalttı. “Bilmiyorum.”

“Sana onları yeme demiştim.” Melodi’nin sesi metro kapısının ağzında yükseldi ve dönüp baktığımızda bize bakıyor olduğunu gördük. Yüzünde birçok his ve aynı zamanda hissizlik vardı. Hepimiz boşluktaydık ve birbirimize yardım edemiyorduk. “O market torbalarının içinde tarihi geçmiş hazır tavuk vardı, onları yedi. Ona yememesini söyledim ama...”

Gıda zehirlenmesi.

Başına gelen buydu.

Gözlerimi kederle yumdum ve alnımı Oğuz’un kaskatı kesilen sırtına yasladım. Evet, bir yakın arkadaşını daha kaybediyordu. Aşağıdaki Cesur gibi titrediğini hissettim ve gücüm olsa ona sarılabileceğimi düşündüm. Gıda zehirlenmelerinde herkes bol bol su içilmesini, maden suyu içilmesini, meyve yenmesini söyler. Bunlar gıda zehirlemesini geçirmede yardımcı olabilirdi ama maalesef bizim elimizde bunların hiçbiri yoktu. Size söyleyeyim. Cesur önce kusacak, yoğun idrarı gelecek, karnı deli gibi ağrıyacak ve su içemediği, zehri vücuttan atamadığı için bir doktora ihtiyaç duyacak. Ve maalesef, bizim bir doktorumuz da yok.

Olacak olan şu,

Cesur acı çekerek ölecek.

BÖLÜM SONU.